"A moment of realization is worth a thousand prayers"

20150911

On Dokuzuncu Mektup: Yaşamadan Yaşamak

                                                                                                           10.09.2015 - 19:02 / İstanbul

Zamanın kendinden geçtiği, havaların ne istediğini bilmediği bir kentin sonbaharındayım. Bu şehir çok kalabalık. Sessizliğe kapı açamayacak kadar kalabalık. Sessizliği duymak istediğim uykuya dalma anlarında bile sokaktan gelen sesler  ya da apartman merdivenindeki adımların çılgın tekrarı kulağımı rahat bırakmıyor. Günler böylece gelip geçiyor. Aklımı yitirmek üzereyim, dişlerimi sıkıyorum. Karıncaları kıskandıran koşuşturmacaların arasından çıkıp kuytu bir köşeye saklanmam lazım. Bu arada karıncalar da kıskanmasın insanların koşuşturmasını, çünkü amaçsızca salınmaktan başka şey bilmez bu insanoğlu. Amacı varmış gibi sonsuz bir döngüyü sürdürmeyi iyi bilir ama.  



Sevgili okuyucu, 

Metronun kapıları açılıyor. Aynı anda bütün kapılardan sağ adımlar dışarı atılıyor. Bu adımlar atılınca, binmek üzere bekleyenler her gün yeni baştan aynı şaşkınlık ve tedirginlikle geri çekiliyor. Kapıdan çıkanların hepsi başkalarının dünyasına bugünlük son kez hizmet ettiğini ilan etmiş oldu. Koşar adımlarla ilerleniyor. Az sonra herkes birkaç saatliğine kendi saltanatını kurmuş olacak. Kimileriyse temel alışkanlıklarını yerine getirip, bedeninde biriken bütün verilerin ağırlığına dayanamayıp yaşamanın tadına varamadan gözlerini yumacak.

Saltanatını kuran padişahların her biri sadece kendisini yönetiyor. Kendisini ayakta uyutmasını nasıl da biliyor. Saltanatının ilanından önce yapılıyor bu. Ayakta uyunurken en güzel rüyaya yatılıp hükümdarlık kuruluyor. Dünyada gece yarısı olduğunda rüyaları son bulacak. Uykunun işgalini direnemeyeceklerini her gün unutuyorlar. Ben anlatırken rüyalarını yaşamaya başladılar bile. Gece yarısına beş saat daha var.

Öncelikle bütün seçimleri kendilerinin yapacağını düşünüp gülümsüyorlar. İlk seçilmesi gereken şey yemek. Yemek pişirecek kadar yaşamaya vakitleri olmadığı için eve sipariş etmeye karar veriyorlar. Yemek seçmek için harcadıkları zamanla imparatorluklarının sonuna bir adım daha yaklaştıklarının henüz farkında değiller. Sonunda seçiyorlar. Beklemeleri gerekiyor. Fiziksel doyuma erişmek için henüz vakit varken, aç zihinlerini doyuracak bir şeyler arıyorlar. Bir kitap? Yemek yerken pek kolay olmaz. Bir film? Uykunun işgaline karşı müdafaalarını bu kadar çabuk bırakamazlar.

Zihinsel açlığa bir çare bulamadan midelerinin işine bakıyorlar. İçleri rahat etsin diye de bir saatliğine beyinlerini kısa bir diziyle meşgul ediyorlar. Oysaki aynı anda tek bir şey yapılması gerekir. Yemek yerken sadece yemek yenmelidir. O sırada yemek masasından ve üzerine tabaklarını koymuş yiyicilerden başka bir şey olmamalıdır. Hatta onlar bile yemekle aramıza girmemelidir. Bunları bir kenara bırakıp devam edelim. Yemek bittiğinde dizi bitmemiş olduğundan izlemeye devam ediyorlar. Şu bir saatte tüm dünyayı kurtarabilmeyi en azından düşünecek kadar cesur oluyorlar; fakat bu bir rüya. Sabah olduğunda tüm bellekleri silinmiş olacak. Kim olduğunu dünya üzerindeki hiçbir canlının bilmediği bir efendiye hizmet ettikleri hayatlarına geri dönmüş olacaklar.

Saltanatın bitmesine iki saat kaldı. İki uzun saat. Dile kolay yüz yirmi dakika. Bu zamanın kendilerine ait olmasının huzuruna kapılıp yataklarına uzanıyorlar. Dünyanın en güzel otuz dakikasını hayal kurmakla geçiriyorlar. Sesler geliyor. Aldırış etmiyorlar. Gece hep burada kalacak gibi. Uyku çoktan geldi. Her gece olduğu gibi bu gecede hiç can yakmadan bu saltanatı sonlandırıyor. Sessizce göz kapaklarına sızıp bedeni oradan yönetmeye başlıyor. Upuzun iki saatin de bir saati uykunun sınırlarında artık.

Rüya bitti, uyku sabaha kadar eşlik edecek. Sabah olacak. Bellekler silinecek. Kimse fiziksel doyumun tam olarak haz vermediği, zihinsel açlığın kronikleştiği beş saatlik rüyayı hatırlamayacak. Neye, kime hizmet ettiklerini bilmeden, hatta neyi niçin yaptıklarını bilmeden dünyayı kurtarıyormuşçasına koşuşturup duracaklar. Tek yaptıkları ise bir basit makinenin hiç durmadan çalışmasını sağlamak olacak. Yaşamanın tadına varamadan.

Ölmemek üzere…


No comments: