"A moment of realization is worth a thousand prayers"

20151007

Yirmi Birinci Mektup: Sabah Ola Hayrola




                                                                                                      06.10.2015 /07:52- İstanbul

Sabah ola hayrola dedik, dedik de aslında hep geceden medet umduk yastığa başımızı koyup. Düşünüp durduk; bu sessizlikte, her şey durmuşken belki bir fikir, bazen de daha önce hiç kapımızı çalmayan bir derman gelsin diye bekledik. Gelemeden uykuya daldık, uyumayıp beklediğimizde ve gelmeyişleriyle yüzleştiğimizde ise ölmeye yattık. Kökten çözüm: Ölmek. Ben de düşündüm. Ölmeye yattığım da oldu; lakin ben nasıl bunu yaptım? Belirsizlikler değil miydi kanımı emen? Yaşamak bütün çıplaklığıyla karşımdayken, bana yüzünü göstermeyen ve sadece nefes alma eyleminin sonlanmasıyla var olabilen ölüm nasıl her şeyin sonu olabilirdi? Olamazdı. Varlığı bile bedenimin iflasına bağlı olanın peşine düşecek kadar meraklı değildim. Meraklı değilim henüz.





Sevgili okuyucu,

Sabah oluyor. Onu görmeme yaklaşık bir buçuk saat var. Bir sigara daha yakıyorum. Bu gece Ne kadar da çok içtim. Düşündüm, bekledim, sigara da bekledi benimle işte. Yoksa içer miydim hiç? Bir kızılderili havasında bana yardım ediyor. Dumanının pencereden her yayılışında onu çağırıyor. Gelmesine vakit var, biliyorum. Ben çağırttım diye daha erken gelmez. Yine de vazgeçmiyorum. Bazen bir çaresizlik biçimi olan umut ile bekliyorum. Beş dakika daha geçti. Vakit geçiyor, umut bir yanımda. Yeni bir sigara eşlik ediyor. Ne kadar da çok içtim! Bir elçi lazım haber göndermek için. Elçiye zeval olmaz derler, sigaraya oluyor. Tüketiyorum. Yolladığım her haber elçiye zeval oluyor. Sonra yenisi. Tükeniyorlar. 

Zaman tükenmiyor. 

Bu kadar uzun muydu bir buçuk saat? Doksan dakika ya da beş bin dört yüz saniye. Parçalarına ayırdıkça çoğalıyor. Sigara gibi tüketemiyorum, böldükçe çoğalıyor. Ben azalıyorum sayın okuyucu. Geceye de sırt çevirdim üstelik. Azalıyorum. Onu herkesler uykudayken görebilmek, o mahmurluğunu içime işlemek için beklerken onu da tükettiğimin farkında mıyım? Birlikte azalıyoruz. 

Yol yakınken uykuya koşsam diyorum. Bu kadar azalmışken, ihanet de ederim, sigara da içerim. İhanet de çoğu kez azala azala biteyazdığımızda çalmaz mı kapıyı? İnatla gelmez, beni de kendini de tüketir ise ihanet de kaçınılmaz olmaz mı? 'Olmaz.'  Umut konuştu. O konuşunca ihanetin de pabucu dama. Gelir elbet, neden erken gelmediğini de anlatır. Belki bir şey gelmiştir başına? Belki gece, olay çıkartmıştır yerini vermemek için?

Gelmiyor. Yarım saat kaldı. Gelecek. Gözlerimi alıp gidecek. Gözlerimi saklamamak için  Ellerimi bağladım. Ne isterse alsın gitsin, alsın da ışığı bana kalsın. Sigaram bitti. Haber gönderemiyorum. 'Her şeyimi al.' diyemiyorum. Geldiğinde söyleyemem, dilim tutulmuş gözlerim görmez olacak. Her şeyimi alacak. Beni hatırladığında da vicdanı sızlayacak, gaddarlığına küfredecek. Hâlbuki ona haber göndermek istediğimi ama sigaramın bittiğini, her şeyimle onun olmak istediğimi bilemeyecek. Bilsin istiyorum. Bir yolu olmalı. 

Buldum! Bir kitap. Evet, kitaplığımdan kutsal kitaplarımdan birini alıyorum. Ateşe veriyorum. Bir kitabıma kıyabildiğim an, o dumanlar boşluğa yayıldığında her şeyi apaçık görecek. En kıymetlilerimi bile bir kenara atıp ona teslim olduğumu bilecek. 

İşte geliyor. Görüyorum. Doğuyor. Birkaç saat sonra tüm dünyaya hükmediyor olacak. Işığa boğmuyor, önce karanlığın içine sızıp, yavaşça kanını emiyor. Sonra her tarafı aydınlık kaplamaya başlıyor. 
 
Sunrise by the Ocean - Vladimir Kush, 2000



Görüyorum, güneşi görüyorum. Gözlerim benimle. Konuşabiliyorum da. Neden? Güneş neden beni içine alıp atomlarıma ayırmadı? Zihnimden geçenleri görebilecek kadar aydınlatıyor beni. Görüyor. Gülümsüyor. Kitabımın dumana dönüşen sayfaları değmiş yanaklarına, izleri var. Soruyorum. Hala neden beni ele geçirmediğini bilmek hakkım. Teslim bayrağını çekerek çoktan onun olmuşum, öğreniyorum.  Bunun mükâfatı olarak kendime armağan ediyor beni. Sabahın hayrını görüyorum; kendimle tanışıyorum.



Ölmemek üzere…

No comments: