"A moment of realization is worth a thousand prayers"

20150521

On Birinci Mektup

Henüz sahiplenemediğim, belki de sahiplenmek için çabalamadığım odamda karanlıkta oturuyorum. Hiçbir şey yapamamanın o delirtici gücüne karşı koyup yeni bir filmle tanışıyorum. Çoğu zaman olduğu gibi daha yolun çok başındayken “Bunu mutlaka izlemeli” diye düşünüyorum. Sadece bir kelime ya da cümle O’nu hissetmeme yetiyor. Ancak on beş metrekare eden bir odaya birlikte sıkışıp kaldığım bir insanın, zaman geçtikçe bir başucu kitabı gibi cümleleriyle, hissettirdikleriyle hayatımda gitgide yer edeceğini bilemezdim. Dün yine bir filmde O’nu hissettikten sonra yaşamanın hazzına bir kez daha eriştim.
Henüz sindi kokusu üstümüze. (the boy in the striped pyjamas -2008)


Sevgili okuyucu,

Anlatsam anlamazsın, evet anlamazsın. Ben de anlatamam ki. Anlatabilsem inanır mıydın acaba? Çünkü bendeki değişime şahit olanlar ya da geçmişimi bilmeyenler inanmıyor. Alışkanlıklarım ve fikirlerim bu denli değişebilir mi? Bu denli değişen alışkanlıklarım ve fikirlerim beni bir insanla nasıl bu kadar …  yapar? Boşluğu sen doldur, ben dolduramıyorum. Ne yapar? O kelimelerin çok sıradan bunu anlatmak için. Yakınlık değil bu. Herkesin bildiği arkadaş, dost gibi kavramların yanında duracak bir yakınlık değil. Beni paralel evrenin varlığına inandırabilecek güçte bir his bu.

Aynı anda farklı bedenlerde aynı duyguları tecrübe edebilmenin hep aşkla ilişkili olduğunu sanırdım, aynı anda farklı şehirlerde aynı gömleği alışlarını anlatan kırk yıllık iki dosta da şaşırır ve imrenirdim.

Henüz on dokuz yaşındayken bu kırk yıllık yolculuğa başladığımı bilmiyordum. Başlamıştım işte, şimdi görüyorum, şimdi buradayım. Paralel evrendeki yansımam da bu dünyada. Ne şanstır ki çok yakınımda. Gözlerimin önünden geçip gidebilirdi, farkında bile olmazdım; çünkü iki yıl önce birisi bana gelip de ‘O’nu buldun dese, koşarak oradan uzaklaşabilirdim. Öyle farklıydı aynadaki yansımam ve asla onunla yan yana durabilecek cinsten değildi.

Zaman geçti, birlikte büyüdük. Yirmili yaşların yarış arabalarını aratmayacak hızından olsa gerek çok çabuk değiştik. Sere serpe açıldık bahara kavuşan çiçekler gibi. Tüm hislerimiz ve fikirlerimiz, hatta çoğu zaman zevklerimiz bile aynı kokuyordu. Renkleri başkaydı çoğu zaman, haklısın okuyucu; amma velakin gözün gördüğünün ne önemi var? Yağmur yağarken gözlerimizi kapatınca da kokular kalmıyor mu bize? Kaldı, bize sezdirmeden kaldı.

Zaman geçmeye devam etti. Bambaşka kelimeler aynı kokar oldu. Aynı soruları sorar olduk kendimize, birbirimizden habersizce. Burnumuz eski kokulara alıştıkça yenisi geldi. Sonunu hiç düşünmedik. Her şeyin kendine has o kokusu oldukça sonu gelmezdi, bildik.

Zaman hep geçti, biz olduğumuz yerde kaldık. Son birkaç yıldır buradayız. Aynı zaman diliminde benden başkasının dinlemediğini sandığım bir şarkıyı günlerdir dinlediğini anlatırken, ağlamama ramak kalmışken durduk yere beni ne çok sevdiğini söylediğinde yaşamanın tebessümü dudaklarımda can buluyor.

Dudaklarımdan dökmeyi bırak, aklımdan geçirmeye korktuğum ve hatta hissettiğimi inkar ettiğim her şeyi gözlerimin içine bakıp benmişim gibi usulca söylediği o an ise evren kayboluyor. Ben yok oluyorum, O yok oluyor. Biz olmuyor. Atmosferi kaplayan o bahar kokusu kalıyor sadece.

Ölmemek üzere…