Henüz
sahiplenemediğim, belki de sahiplenmek için çabalamadığım odamda karanlıkta
oturuyorum. Hiçbir şey yapamamanın o delirtici gücüne karşı koyup yeni bir
filmle tanışıyorum. Çoğu zaman olduğu gibi daha yolun çok başındayken “Bunu
mutlaka izlemeli” diye düşünüyorum. Sadece bir kelime ya da cümle O’nu
hissetmeme yetiyor. Ancak on beş metrekare eden bir odaya birlikte sıkışıp
kaldığım bir insanın, zaman geçtikçe bir başucu kitabı gibi cümleleriyle,
hissettirdikleriyle hayatımda gitgide yer edeceğini bilemezdim. Dün yine bir filmde
O’nu hissettikten sonra yaşamanın hazzına bir kez daha eriştim.
Henüz sindi kokusu üstümüze. (the boy in the striped pyjamas -2008) |
Sevgili okuyucu,
Anlatsam
anlamazsın, evet anlamazsın. Ben de anlatamam ki. Anlatabilsem inanır mıydın
acaba? Çünkü bendeki değişime şahit olanlar ya da geçmişimi bilmeyenler
inanmıyor. Alışkanlıklarım ve fikirlerim bu denli değişebilir mi? Bu denli
değişen alışkanlıklarım ve fikirlerim beni bir insanla nasıl bu kadar … yapar? Boşluğu sen doldur, ben
dolduramıyorum. Ne yapar? O kelimelerin çok sıradan bunu anlatmak için. Yakınlık
değil bu. Herkesin bildiği arkadaş, dost gibi kavramların yanında duracak bir
yakınlık değil. Beni paralel evrenin varlığına inandırabilecek güçte bir his
bu.
Aynı anda farklı
bedenlerde aynı duyguları tecrübe edebilmenin hep aşkla ilişkili olduğunu sanırdım,
aynı anda farklı şehirlerde aynı gömleği alışlarını anlatan kırk yıllık iki
dosta da şaşırır ve imrenirdim.
Henüz on dokuz
yaşındayken bu kırk yıllık yolculuğa başladığımı bilmiyordum. Başlamıştım işte,
şimdi görüyorum, şimdi buradayım. Paralel evrendeki yansımam da bu dünyada. Ne
şanstır ki çok yakınımda. Gözlerimin önünden geçip gidebilirdi, farkında bile
olmazdım; çünkü iki yıl önce birisi bana gelip de ‘O’nu buldun dese, koşarak
oradan uzaklaşabilirdim. Öyle farklıydı aynadaki yansımam ve asla onunla yan
yana durabilecek cinsten değildi.
Zaman geçti,
birlikte büyüdük. Yirmili yaşların yarış arabalarını aratmayacak hızından olsa
gerek çok çabuk değiştik. Sere serpe açıldık bahara kavuşan çiçekler gibi. Tüm
hislerimiz ve fikirlerimiz, hatta çoğu zaman zevklerimiz bile aynı kokuyordu.
Renkleri başkaydı çoğu zaman, haklısın okuyucu; amma velakin gözün gördüğünün
ne önemi var? Yağmur yağarken gözlerimizi kapatınca da kokular kalmıyor mu bize?
Kaldı, bize sezdirmeden kaldı.
Zaman geçmeye devam
etti. Bambaşka kelimeler aynı kokar oldu. Aynı soruları sorar olduk kendimize,
birbirimizden habersizce. Burnumuz eski kokulara alıştıkça yenisi geldi. Sonunu
hiç düşünmedik. Her şeyin kendine has o kokusu oldukça sonu gelmezdi, bildik.
Zaman hep geçti,
biz olduğumuz yerde kaldık. Son birkaç yıldır buradayız. Aynı zaman diliminde
benden başkasının dinlemediğini sandığım bir şarkıyı günlerdir dinlediğini
anlatırken, ağlamama ramak kalmışken durduk yere beni ne çok sevdiğini
söylediğinde yaşamanın tebessümü dudaklarımda can buluyor.
Dudaklarımdan
dökmeyi bırak, aklımdan geçirmeye korktuğum ve hatta hissettiğimi inkar ettiğim
her şeyi gözlerimin içine bakıp benmişim gibi usulca söylediği o an ise evren
kayboluyor. Ben yok oluyorum, O yok oluyor. Biz olmuyor. Atmosferi kaplayan o
bahar kokusu kalıyor sadece.
Ölmemek üzere…