18.11.2015 - 18:42 / İstanbul
Daha
önce aramız hiç bozulmamıştı. Ufak tefek şeyleri hesaba katmıyorum. Hepsi benim
hatamdı. Düşünme işlemini sonlandırmayı beceremeyen o kusurlu sistem uykuya
fırsat vermemişti. Güç kaynağına tek bir dokunuşumla o sisteme can verense
bendim. Hepsi benim hatamdı. Yine mi öyle? Öyle olsa bilirdim, kapıma kadar
gelir beklerdi. Beklerdi ki tüm düşünceler birbiriyle tartışmaktan yorulsun ve
küçük bir mola versin. O molada açılırdı kapı ve uyku kaplardı her yanı. Bu kez
kapıda bile değil, düşünceler sustu. Sistem durdu. Gözler kapıda. Ardına kadar
açık kapı. Ne gelen var ne giden. Gözlerim kapanmayacak kadar canlı,
huzursuzluk ait olduğum bu beden kadar gerçek, ondan daha ağır. Şişmanladım,
yerimden kalkamıyorum. Şişiyorum balon gibi. Havalanamıyorum. Helyum verin bana,
ölmek değil uçmak istiyorum.
Geopoliticus Child Watching the Birth of the New Man - Salvador Dali, 1943 |
Sevgili
okuyucu,
Demeye
de dilim varmıyor, lakin illet bunun adı. Uykusuzluk illeti. Demeye dilim
varmıyor, çünkü bedenimi çalan bu illet kendimi bırakmak için can attığım
boşluğu görebilmeyi vaat ediyor. Saatlerce gözlerimi açamayıp, saatlerce uykuya
dalamıyorum. Dirseğimden aşağısını havalandırmaya çalışıyorum, dirseğimle
doksan derecelik açı bile yapamayan bir işe yaramaz oluyor kolumun yarısı.
Dirseğimden yukarısı yüzeyle bağını koparmaya bile tenezzül etmiyor. Odada tek
bir ışık huzmesi yok, yine de görüyorum. Hem odamı dolduran ıvır zıvırları hem
de gün ışığına tahammülü olmayan karanlığı. Karanlık. Çırılçıplak üstelik.
Gözlerimi kapatıyorum. Karanlığa gömülmek istiyorum. Başaramıyorum. Şu andan
itibaren artık onun kuklasıyım.
Gözlerimi
kapatsam da görüyorum, seslere dayanamıyorum. Gerçek olan hiçbir şeye
tahammülüm yok. Huzursuzluğa, o ağırlığa meydan okuyup ayağa kalkıyorum. Gerçek
olan her şeyi yok etmek istiyorum. Onlardan kurtulunca huzursuzluğum eriyecek, kilolarımdan
kurtulacağım. Özgür olmadığımı unutup heyecanlanıyorum. Sahibimi unutuyorum. Bedenimi
kaldırıp pencereden fırlatmaya hazırlanıyorum. Uçamayan huzursuzlukları yere
çakacağım aklımca, uçamayışlarının bedelini gri bir beton yığınına çarpıp
patlayarak ödemeliler. Pencerenin kenarlarını tutup sağ ayağımı kaloriferin
üzerine koyuyorum. Hemen ardından sol ayağım pencere mermerine adım atıyor.
Yanına sağ ayağım gelecek ve kollarımı özgür bırakıp ilk cinayetimi işleyeceğim. Sağ ayağım ikinci kez havadayken
karanlığa yakalanıyor ve halının üzerinde sonlanan ani bir düşüş
gerçekleşiyor.
Gözlerimi
açmama izin vermiyor. Olduğum yerdeyim, etrafımda dönüyor. Başım dönmüyor. O
dönüyor. Çırpınıyorum. Sabırsızlığımı yüzüme vuruyor ve hayatımda en azından
bir kez sabırla tanışmamı salık veriyor. Çaresizim. Boyun eğiyorum. Gözlerim
hala kapalı. Zaman algım sinsice kayboluyor. Zaman kayboluyor. Tüm gerçekliği
yaratan oymuşcasına, onun peşi sıra her şey yok oluyor. Ellerimi kana bulamadan
üstelik!
Küçülüyorum.
Küçüldükçe kendimi unutuyorum. Tüm varlığımı yitirdiğim an karanlık, yok
oluşumu kutlamaya başlıyor. Sabır iyi bir şeymiş; kendimi imha edebilecek kadar
dişimi sıktığımda, kendimden dahi kurtulduğumda asıl varlığıma eriştiğimi
hissedebiliyorum. Kapalı gözlerimin önünde binlerce renk dans ediyor. Dokunduğum
her renkte başka bir biçimde var oluyorum. Buğday da deniz de ay da güneş de
ben oluyorum. Bazen de yok olmaya cesaret edememiş bir başkasının hayallerine
sızıp, tüm varlığını yok olma dürtüsüyle zehirliyorum. Eni sonu karşı
koyamayacağı bir dürtüyle baş başa bırakıyorum.
En çok da karanlıkla kol kolayken beyaza dokunuyorum, bir leylekte vücut buluyorum. Karanlığın
yerleştiği kanatlar bembeyaz bedenimi uçuruveriyor. Nasıl ve nerede var olmak istediğimi
sadece ben seçiyorum. Her gece yok oluşumu hazırlayıp, varoluşumu özgür kılan
uykusuzluk illetinin önünde saygıyla eğiliyorum.
Ölmemek
üzere...
No comments:
Post a Comment