25.06.2016 – 08.46 / İstanbul
Hayatımı, hayatımızı, hayatlarınızı kaydetmeyeli
kaç yıl oldu? Beni yavaşça terk etmeye başlayan hafızama çok güvenmiştim.
Hafıza kartlarının, taşınabilir belleklerin hazin sonunu düşünseydim, hafızamın
da yavaş yavaş her şeyi yok eden bir virüse kurban gideceğini
bilebilirdim. Bilemedim. Üstelik taşınabilir belleğimin sonunu da düşünmüştüm:
Kaydettiğim tüm anların, satırların bir anda sonsuza kadar erişilmez olması
başta düşündürmüştü. Hepsi bir insanın, benim belleğimdeydi ve taşınabilir
bellekten yok olmaları dert değildi. Canım istediğinde birini seçip o ana
gidiyordum. Gidemedim; bu defa gidemedim. Bu durumun geçici olduğuna kanaat
getirdim, uyuyup uyanınca her şey yerine gelirdi: Gelmedi. On yaşıma geri
dönüp, avlunun bahçesinde dizinde hayallere daldığım adamın yüzünü
hatırlayamadım. 1'den 10'a kadar olan tek sayıları saymam istendiğinde 7
ile 10 arasında bir boşlukta buldum kendimi. Oysaki okula attığım ilk adımdan
üniversite çağına kadar taşıdığım üç numarada da 9 vardı. Altı yıl önce terk
ettiği için mi unutmuştum? Unutmak neydi? İsteyerek mi yapılırdı?
Ant Face, 1937 - Salvador Dali |
Sevgili okuyucu,
Beynim ne zamandan beri kendini kapatabiliyordu
bilemiyorum. Saymayı unuttum, zaman sayılır mıydı ki? Bilemiyorum, unuttum.
Çürümeye ne zaman başladığımı da unuttum. Her şeyin başı neydi? Kalorifer
peteklerinin önünde intiharı ilk kez düşündüğümde mi başlamıştı her şey? Her
şeye nispet olsun diye kendime tutunarak mı hazırlamıştım sonumu? Unuttum.
Bu defa o ana gitmeyi başaracağım. Deniyorum,
deniyorum… Hatırlar gibiyim: Her birinizden her gün yeniden tiksinmek yerine
kendimi çürümeye bırakmıştım. Böylece yanıma yaklaşmazsınız sanmıştım. Sizse;
küf tuttukça ben, çirkin kokuma ve görüntüme rağmen çokça sevmiştiniz beni.
Yüzeyimi kaplayan organizmaların bütün varlığımı sardığını görmez gibiydiniz.
Beyaz görünen parçalarımı kurtarabileceğinize öyle körü körüne inanmıştınız ki
her parçamın küflenmeye mahkûm edildiğini anlayamadınız.
Peki çürümeye nasıl cüret etmiştim? Bilemiyorum,
unuttum. Hatıram eksik, tamamlayamıyorum. Tek hatırladığım yalnız olduğum. Bir
odada yalnız başıma mutluydum, ömrümü tüketmiş, ruhumu doyurmuştum. Daha
fazlasını istemeye hiç cesaretim olmadığından doygundu ruhum. Sonsuz bir açlığa
sürüklemek yerine karın tokluğuna yaşamayı öğretmiştim ona, karşılığında ise on
metrekarelik bir odada keşfetmemi bekleyen bir kainatın kapılarını açmıştı
bana.
O kapıdan girdiğim an bir anahtar tutuşturulmuştu
elime. Yıllardır benim olduğunu sandığım bir zihnin kapılarını açmak içindi,
açtım. Ağzım açık kalmıştı. Gördüklerimden sonra dünyanıza bir daha asla dönmek
istemiyordum. Lakin henüz kalacak cesaretim de yoktu. Küçük evreninize
döndüm. Hatırladım! Tam da o günden beri insanlara maruz kaldığım her an
beynimi kapatıp, boş gözlere teslim olmaya başladım. Yalnız kalmak için zaman
kollar olmuştum, anahtarı kaptığım gibi zihne hücum!
Çürümem de anahtarı çevirdiğim an başlamış meğer
şimdi anlıyorum. Hala devam ediyor. Çürümenin göze görünür olduğu ilk o an, beyaz
kalan bütün parçalarım renklere büründüğünde koşarak uzaklaşmaya
başlıyorsunuz yanımdan, Görebiliyorum. O gün zihnime girip kalacak
cesaretim oluyor. Bir başıma çürümenin o benzersiz hazzına erişip, belki de ilk
kez iliklerime kadar yaşıyorum.
Ölmemek üzere
No comments:
Post a Comment