"A moment of realization is worth a thousand prayers"

20150412

Beşinci Mektup: Altıgen Sevmeler

                                                                                                    11.04.2015 /19:37 -  İstanbul

Miladi takvime göre bir bahar ayında olsak da kış, misafirperverliğimize bayılıp gidememişti. O, dışarıda fırtınalar kopartırken en güzeli sıcacık yatağıma kıvrılıp bir kitap ya da filmle baş başa kalmaktı. Bu kez filmi tercih ettim ve ismini o an öğrendiğim bir filmi izlemeye karar verdim. İzledim. Hissettim; fakat bazen ne hissettiğinizi bilemezsiniz, yazamazsınız. Sadece tebessüm edersiniz ve o ana kadar tecrübe ettiğiniz tüm duyguları o tebessüme bırakıverirsiniz. İşte o anda kendi kendinize değil, kafanızı sağa ya da sola çevirip, o duyguları bir başka gözün seyrine sunmak istersiniz. Sunamadım. Yalnızdım. Tebessümüm de gün ışığı gibi ağır ağır kayboldu ve karanlık kapladı ruhumu. Yazdım. 



“Sevgili okuyucu, 

Yıllar yılı hep aşkı tarif etmek için uğraştılar. Asıl tarifsiz olansa taşa toprağa, canlı cansız her şeye duyduğumuz sevgiydi. Nedeni, oluşumu, zamanı hiç belli değildi. Sevgi, yine de aşk gibi değildi.

Aşk çoğu zaman bambaşka düzlemlerde gezinen iki ruhun, bu düzlemlerin kesişiminde bir araya gelip birlikte dans etmesiydi. Sevgiyse daha başkaydı, daha aynıydı, daha fedakardı, daha hırçındı, daha özgündü, daha bireyseldi. Gökyüzünü, elmayı, kaçak çayı her şeyi kendinizce sevebilirdiniz.  Birbiriyle kesişmeyen düzlemlerde yaşayan farklı ruhların aynı anda, aynı duyguları deneyimlemesi haliydi. “Tiyatroya gidelim.” denildiğinde aynı anda aynı oyunun adını söyleyebilmekti. Buluştuğunuzda uzun zamandır birbirinizden habersizce aynı kitapları, aynı sırayla okuduğunuzu fark etmekti. Çimlere uzanıp maviliğiyle büyülendiğiniz gökyüzüne bir selam yollamaktı sevmek.

Hem bu denli basit, hem de sınırlarınızı zorlayacak, sinir krizine sokacak kadar zordu. İki ay yüzünü göremediğiniz için öfkeden deliye dönmekti. Bile bile yaptığı hatalara göz yumamayıp, annecilik oynamaktı. Solduğunda onun gibi boyun büküp, son bir umutla su vermekti. Ne kadar çok tarif ettim değil mi? Sonsuz sayıda kombinasyon vardı sevgiyi tarif edecek ve hepsi birbirinden farklıydı.

Bunca tarife rağmen; sokaklarda kafanızı kaldırmadan yürürken, dünya üzerinde sadece yaşadığımız coğrafyada yetişen o nadide ağacın yanından farkında olmadan geçerken, sevdiğiniz her şeyin ve herkesin sizden başkasına ait olamayacağını sanırken, size nasıl anlatabilirdim sevgiyi?

Daha fazla denemeye çalışamazdım. Sabah uyandığınızda güneşi selamlayıp, yine yeniden yaşamayı sevmediniz.  Bunu dahi yapamazken, hangi kombinasyon size sevgiyi anlatabilirdi? Siz bir şeye aşık olup, geri kalan her şeyi sevdiğinizi düşündünüz. Süreli bir duygu patlamasından ibaret olanı, diğer her şeyin üstüne koyup sevmenin kutsallığını unuttunuz. Oysaki sevdiğiniz şey size ait olmasa da, onu seviş biçiminiz size aitti ve bu biçimdi kutsal benliğinizi yaratan.

Öyle biçimsizdi ki sevmeleriniz; eşit uzunlukta kenarlara sahip olan çokgenler gibi aynıydınız, sıradandınız. Bu yüzdendir ki sevgiyi sınıflandırdınız ve hiç kendiniz olamadınız.

Ben kendim olmayı seçiyorum,  her birinize farklı ölçüler biçip seviyorum. Kendimce seviyorum.  Sevmenin tadına vardıkça, kendime kavuştukça kendi kendimin tanrısı oluyorum ve kendimi her gün yeniden yaratıyorum.

Ölmemek üzere...