30.04.2015/ 14:44 – İstanbul
Nisan ayının son
yağmurundan sonra yapılacak en güzel şey, rüzgârın mayhoşluğuna kendimizi
bırakmaktır. Bir başka dükkânın
kapanmasını fırsat bilen bizler, sandalyelerimizi atıyoruz kepenklerin önüne. Ayaklarımızı
uzatıp, iki çay söylüyoruz bizim börekçiden. Çayı şekersiz içtiğimizi de hiç
unutmazlar. Ne şeker, ne çay kaşığı gelir masaya, sadece muhabbetimizi
demleyecek ince belli bir çay. Mahallenin muhtarı edasıyla, yoldan geçenlerin
çoğuna ya bir gülücük atar ya da el sallarız. Muhitimizin son otobüsü de
önümüzden geçer. Üzerindeki yazıyı görünce, içimize rüzgârla birlikte tatlı bir
samimiyet süzülür:” Eve gider.” Her gün onlarca insana rehberlik eden otobüs
numarası uykusuna dalmış, şoföre de eve gitmek düşmüştür. Bize düşense her şeyi
gören gözlerimizle bir kez daha yaşama gülümsemek olmuştur. Evet, artık her
şeyi görebiliyoruz.
Sevgili okuyucu,
Doğal yaşam
formundan çıkıp, kendimizi “ev”
dediğimiz oyuklarda dört duvara mahkûm edince daha çok şey ister, daha az şeyle
yetinir olduk. Belki de henüz hiç hissetmediğimiz, yıllardır “mutluluk” olarak bilinen bir şeyin peşine düştük.
Önümüze büyüklüğüne akıl sır erdiremediğimiz bir dünya serilmişken biz küçücük kutulardan
mutluluk çıkmasını bekledik. Çıkmadı. Şapkadan tavşan bile çıkabilirdi, ama
ellerimizle kenetlendiğimiz küçücük aletlerden mutluluk çıkamazdı.
Bunu, hayatımdaki
birçok insana kıyasla daha erken fark etmiştim. Çocukluğumda izlediğim çizgi
filmler dışında aptal kutusuna bağlı olmak ruhumu daralttığından, “telefon”
dediğimiz aşırı teknolojik cihazın varlığını gözümün önüne koymadıkça
hatırlamadığımdan veya içini saçma sapan eşyalarla doldurabileceğim bir odam
olmadığından olsa gerek. Yine de, ben de onların kölesiydim, canıma tak etti.
Yollara düşmek
istedim, ilk kez odamdaki eşyalardan nasıl kurtulacağımı planladım, hatta
birçoğundan kurtuldum. Tüm hayatım bir sırt çantasına sığacak kadar basit
olmalıydı ve öylece yere göre sığamadan yaşamalıydım. Önce bir prova yapmalıydım;
çünkü beni alıkoyan sadece kendimi zincirlediğim maddeler değil, aynı zamanda
duygusal bağlar kurduğum insanlardı. Çok kısa bir deneme sürecine tabi oldum
böylece.
Üç günlük bu yolculukta
kendi hayatıma dönmüştüm. Beni alıkoyan hiçbir şeyin eksikliğini
hissetmemiştim. Şehre gelirken, ilk kez görüyormuşçasına şaşkınca bakıyordum etrafıma.
Çok yabancıydım. Boş gözlerle bakmaya devam ettim. O ana kadar, üç gün boyunca gündelik
alışkanlıklarımdan uzak olduğumu fark etmemiştim. İnsanların arasına karışır
karışmaz, bakışlarını üstümde hissettim. Üç gündür aynı kıyafetlerleydim.
Yüzümde herhangi bir maske yoktu. Bendim onların baktığı. Kaçırmadım gözlerimi,
inatla ben de onlara baktım.
Maalesef bu hayata
yeniden adapte olmam çok kolay olmadı. Ta ki insanlara onlar gibi bakmak
yerine, onları görene kadar. Üç günde en
iyi öğrendiğim şey buydu. Bizi görüp sevinerek, köftelerini büyük bir zevkle
pişiren Muammer Amca’yı izlerken duyduğum o hazzı şehirde de yakaladım böylece.
Otobüse binene kadar ve biner binmez Tutunamayanlar’ı okumaya devam eden hamalın
meraklı halini izledikçe aynı duyguyu tattım. Bunun için başımı yukarı
kaldırmam ve etrafıma bakmam yeterliydi. Dış görünüşünden ötürü, ona küçümseyici
bakışlarını atmaktan gocunmayan insan sürüsüne inat okudu, ben de izledim. Mutluluk, o an da etrafımda dönen dünyayı unutarak başımı güneşin omzuna yaslayıp, o an sadece onu görüp gülümsemem miydi? Onca yıl bunu nasıl fark edememiştim?
Gözlerim ilk kez
gerçekten görebildiğinde ölme isteği doldurmuştu içimi. Şimdi ise, başarılı bir
provanın ardından gerçek dünyanın kapılarını araladım. Gözlerim canla başla gördükçe, yaşamakla doldu içim. .
Ölmemek üzere…