05.05.2015/14:44
– İstanbul
Kalbim etrafında çevrilmiş duvarları
tırmalıyor adeta, beynim ise bodrum katının en kör noktasında küçük bir deliğe
saklanmış fare gibi. Kalbimin üzerine bir kat daha beton döküyorum. Sesini dahi
duymak istemiyorum. En ufacık gölgeden bile sakınan beynimi yakalamak için ise
karanlıkta sessizce bekliyorum. Saatlerce bekleyeceğim belki. Yavaşça delikten
dışarı adım atacak. Odanın sağ köşesinden başlayıp, kafasını yavaşça yüz seksen
derece çevirecek ve yalnız olduğundan emin olacak. Dışarı çıkacak. İşte beklediğim
an! Elimdeki deri parçasıyla üzerine atılacağım ve onu tekrar kafatasımın içine
göndereceğim. Ait olduğu yere. Hayır! Bunu yaparsam hayatım boyunca
pişman olacağım. O bu bedene ya da başka bir et yığınına ait değil, o sadece
düşünceden ibaret. Ağırlığını asla taşıyamayacağım bir düşünce yığını.
By Tetsuya Ishida |
Sevgili okuyucu,
Kafayı yemeye başlamadım, ama onlar
yediler. Rahme düşeli sadece birkaç ay olmuşken, seslerini duymaya başladım. O
zaman başladılar kafamı yemeye. Kendi bildiklerini içine doldurmak için,
öncelikle içini boşaltmaları gerekiyordu. İtiraf ediyorum, başarılı oldular;
lakin başlarına büyük bela olacak küçük bir hata yaptılar. Onlar kafamı
boşaltmazdan önce orada beyin denen ve onlara muhtaç olmadan düşünmemi
sağlayacak o organın var olduğunu unutturmadılar. Unutmalıydım. Onun peşine
düşmemek ve onların sınırlarında düşünebilmem için unutturmalıydılar.
Unutmadım.
Hem kendi başlarına bela aldılar hem
de bana anlamsız bir ceza vermiş oldular. Beni hiç kabullenmediler beynimin
peşine düşünce, bense sonradan bedenime eklediğim bu düşünce yığınının altında
ezilmeye mahkum edildim.
Önceden bir beynim olduğunu hatırlamamla
birlikte tabularını sigara söndürür gibi ayakkabımın burnuyla ezdiğim için bana
hemen yeni bir etiket yapıştırdılar. Onların kimliklerinden çok başka görünen
yeni kimliğimde ‘akıl hastası’ yazıyordu. Yeni kimliğimi elime tutuşturup,
kapının önüne koydular. O an ki mutluluğumu tahmin bile edemezlerdi, artık beynimin peşine düşmekte özgürdüm.
Onu nerede bulacağımı biliyordum.
Bilincimin arkasındaki perdeyi araladım. Bilinçaltım doldurdukları çöplerle
doluydu. Onlardan korunmak için beynimin kuytu bir köşeye saklandığını
biliyordum. Elime bir süpürge aldım, bilinçaltımı temizlemeye başladım. Yerden
kalkan tozlar arasında boğulmamak için direndim. Hepsini kusarcasına dışarı
attım. Hiç dinlenmedim. Önce sağ elimle tutup sağdan sola süpürdüm.
Yoruldum. Sol elimle soldan sağa doğru süpürmeye başladım. Kaç kez bunu
tekrarladığımı hatırlamıyorum. O pisliklerden kurtulmam yıllarımı aldı.
Yıllarca külkedisi gibi sessizce bilinçaltımı süpürdüm. Ve bitti. Süpürgeyi bir
kenara koydum. Artık bomboş ve tertemizdi. El değmemiş diyemezdim. Az
kullanılmış ikinci el bir araba gibiydi; temizledim, boyadım ancak kilometreyi
sıfırlamam hiç mümkün değildi.
İlk kez bilinçaltımın dehlizleri,
onlarca odası olduğunu fark ettim. Hepsini tek tek aramam gerekiyordu. Ses
yapmamalıydım. Onu korkutmamalıydım. Önümde yine yıllar vardı. Onlarca odayı
baştan aşağı dolaşmam, duvarlarını yoklamam, duvarlara gizlenmiş ve uzaktan
bakınca pek de seçilemeyen delikleri el yordamıyla bulmam gerekiyordu. Başladım.
Kaç yıl geçtiğini hesap edemiyorum.
Bilinçaltımın en alt katında karanlık bir oda vardı.Diğerlerinden farklıydı.
Yaklaştım. Kapısını zorladım. İlk kez bir kapıyı kolayca açamamıştım. İçeriden
ürkütücü bir uğultu geliyordu. İttim. Tüm gücümle ittim. Tiz bir çığlık duydum
ve omuzum sayesinde tüm gücümü verdiğim kapı bir anda açılınca kendimi yerde
buldum. Işık buraya hiç uğramamıştı. Ellerimi duvarda gezdirmeye başladım.
Örümcek ağları parmaklarıma dolanıyordu her defasında. Biliyordum, bulacaktım.
Sesini duymuştum. Bu duvarların ardında bir yerdeydi.
Ellerim yine ağlara dolanmışken,
parmaklarım çukura düşmüşçesine bir boşluğa doğru ilerledi. Parmak uçlarım ona
değdi. Kalbim göğüs kafesimin içinden çıkmak için tüm bedenime dehşet saçmaktan
çekinmeden tüm gücüyle atıyordu. Üzerine bastırdım. Göğüs kafesime gömüldüğünü
hissedene kadar bastırdım. Ona dokunmak nasıl da kendinden geçirmişti kalbimi.
Parmaklarım değer değmez yine o tiz çığlığını kopardığı için miydi? Onu almadan
gitmeye niyetim yoktu. Deliğin sol tarafındaki köşeye oturdum. Bekleyecektim.
Ömrümü vermem gerekse de bekleyecektim.
Yılları durduramadım, ben beklerken
onlar da geçmeye devam etti. Dışarıya adım bile atmamıştı. Kafatasımın üst
derisi elimde, üzerine atılmak için bekliyordum. Bir gün, o an geldi. Boşuna
beklememiştim, yakaladığım gibi kafatasımın içine koymuştum.
Çok mutluydum, hayatımın anlamını
bulmuş gibiydim, onunla yaşamaya başladım, fakat hiçbir şey sandığım gibi
olmadı. Çıldırmak üzereydim. Düşünceler vardı içinde ve artık hepsi benim
düşüncemdi. Bir ordu gibi üzerime geliyorlardı. Kalbim o günden beri göğüs
kafesimi tekmelemeye devam ediyordu. Buna daha fazla dayanamazdım. Dayanamadım
da, sonraki günlerim karanlık bir odada oturup kalbimin sesine karşın beynimden
geçen düşünceleri dinleyerek geçti.
Basit ve sıradan bir insan
olabilecekken, kendi sesimle sarhoş olup onlardan kurtulmuştum. Beynimi tercih
etmiştim. Mutsuzdum. Sıradan bir dünyada, düşünebilen bir yaratık olarak mutlu
olamazdım. Ölmek o an aklımdaki ilk fikirdi. Sonra vazgeçtim. Ona bunu
yapamazdım. Daha doğmadan bilinçaltımın dehlizlerine itilmişken,
gün ışığına çıkmak onun için paha biçilemezdi. Düşünmeye devam ettim. Çıldırsam
da devam ettim.
Ölmemek üzere...
No comments:
Post a Comment