"Biliyor musun. Akıl hastası olmanın en kötü yanı,
hayatta kalabilmek için ağır bir bedel ödenmesi."
"Hiç değilse kaçık olmak belli bir yerde olmak
demek."
"Kesinlikle öyle, ama gene de bir topluluk
içinde, başka insanlarla birlikte oluyor bu."
"Hayır! Hayır!"
"Korkunç bir bedel ödeyerek, ait
oluyorsun."
Joanne Greenberg - Sana Gül Bahçesi Vadetmedim (1964)
27.04.2015 / 16:48 - İstanbul
Uzun zamandır kaplumbağa hızıyla kitap okuyorken,
bir anda tavşan postumu giyip koşmaya başladım. Her kulvarda kendime daha da
yakınlaştığım bir kitapla tanıştım. Bu kitapların ortak yanı ise başkahramanlarıydı;
toplum denen kuruma bedel ödemeye direnen, arayış içindeki bireylerin hikâyesiydi
her biri. Aynı geçmişi ve hatta geleceği paylaşıyorduk. Manzaraya esir
olduğumuz yüksek tepeler, bizim için hem ölüm hem de yaşam demekti. Alabildiğince
önümüze serilmiş olan dünya yaşam ateşimizi körüklüyordu; fakat neden bu
büyüklüğün bir parçası olduğumuzu düşününce, kendimizi o tepeden aşağı bırakmak
istiyorduk. Böylece her şey saniyeler içinde sonlanabilirdi. Bırakamadık, bu
devasa yaşam küresinin esiri olduk.
Sevgili okuyucu,
‘Deli’ce düşüncelerden uzak durmamız için
çocukluğumuzdan itibaren bilinçaltımızı baskılayan ve sadece topluma uygun
düşüncelere yer veren bir yaşam biçimine mahkûm edildik. Kendimizi bulma
çabalarının had safhaya ulaştığı zamanlarımız ise ‘deli’ çağlarımız oldu. Kurumsallaşmanın en çekirdek hali olan
ailemizden başlayarak herkes öyle emindi ki onlar gibi olacağımıza, hatta
onların erişemediklerine biz çocuklarının erişeceğine… Akıllarının sınırlarını
aşıp da, bizim özgürce uçabileceğimiz düşüncesine erişemediler. Bizi o
sınırların yettiği kadar gördüler ve arka bahçemizde olup bitenler onlar için sadece
birer deli saçmasıydı. Zihnimin güneşli dünyasına bakmaya hiç dayanamadılar,
ben de onlara dayanamadım.
Çocuk yaşta
yaşadığım şehri değiştirmek her ne kadar travmatik etkiler yaratsa da,
ilerleyen yaşımla anladım ki dünyayla savaşmaya başlamam bu olaya dayanıyordu.
İlk başta alışmaya çalıştım, onlardan biri olabileceğimi düşünmüştüm. Olamadım.
İlk tiyatro deneyimim de bunu anlamamla başladı. Onlardanmış gibi davranmayı
başarmıştım.
İlk üç yıl böyle
geçti. Sonra deli çağlarım başladı, ben ise daha da kopmaya. Kısmen
tiyatroculuğa devam ettiğim de oldu, fakat daha çok hayatımdaki insan sayısını
kısıtlar oldum ve var olanlarla da sınırlı bir ilişki yürüttüm.
Guguk Kuşu- 1975 |
Ait olamama
dürtülerimi ayyuka çıkartmam ise erişkin olmaya bir adım kala başladım. Artık
her şey olgunlaşmıştı ve saklamama lüzum yoktu. Dünya üzerinde var olan seçenekler
arasından en az talep göreni istemek benim için fazlasıyla sıradanken, bu bile
toplumdaki insanlar için sınırı aşmaktı; çünkü bu az tercih edilen seçenek
henüz toplumun kabulünü görmemişti.
Yine de geri adım
atmadım. Gün geçtikçe alışmak yerine, kendime alıştırdım. Onların günah dediği
şeyler aslında kendi yasaklarıydı. Kulak asmadım.
Ait olamadım. Her gün
acı çekiyordum bu kalıplara sığdırılmış insanlarla uyanmaktan. Ama teslim de
olmadım. Henüz bir bedel ödemedim; bedel ödetmeye de pek niyetli değiller. Onlara
göre gözlerimin için de tarif edemedikleri çılgınca bir şey vardı. Onlar gibi
bakmıyordum. Kötülük değildi bu. Üzerine düşünebilecek kadar geniş değildi
sınırları. O gün adımı koydular. Ben bir ruh hastasıydım ve kendi halime
bırakılmalıydım. Bıraktılar; beni anladıkları için değil, o tepeye çıkarsam günaha gireceğim içindi.
Ölmemek üzere...
Not: "Guguk Kuşu" nun neden hayatımın filmi olduğunu soranlara açıklamayı hiç başaramadım. Artık anlatabildiğimi düşünüyorum.