David Bowie'nin 1973 tarihli bir röportajından alıntıdır:
Question: Do you believe in God?
David Bowie's answer: I believe in an energy form, I wouldn't put a––I
wouldn't like to––put a name to it.
Question: Do you indulge in any form of worship?
David Bowie's answer: Life. I love life very much indeed.
Üç beton, bir cam duvar. Cam duvarda rüzgârı karşılayan
küçük bir aralık. Rüzgâr vahşi. Rüzgârın sesi var. Yüzleri cam duvara dönük rüzgârın
sesini dinleyen bir kadın, bir adam. Önlerinde birer bardak ve cam şişeye
hapsolmuş berrak sular; adam denizi izliyor, kadın bu satırları yazarken arada
bir kafasını kaldırıp denize bakıyor. Rüzgârın sesi akıntıya eşlik ediyor. Adam
kırkını aşmış, kadın otuzuna varmamış. İkisi de akıntıdan nasibini almak
istiyor. Aynı dünyada, farklı koordinatlarda yaşarken aynı akıntıyı
düşlüyorlar. Yıllardır biriktirdikleri her şeyden kurtulmak istiyorlar, ilk
adımı biriktirmeyi bırakarak atıyorlar, sıra daha önce biriktirdiklerinden
kurtulmaya geliyor.
Bowie's explanation for Alter Ego Ziggy Stardust |
Sevgili okuyucu,
İtiraf ediyorum: Hayatıma son vermeyi mektuplarımın
sayısından daha fazla düşledim, ardımda bir not bırakmaktan bile aciz olduğum
zamanlar oldu. İstedim. Giderken söyleyecek tek kelimem yoktu, ilk kurtulduğum biriktirdiğim
kelimelerdi; lakin gökyüzü vardı, deniz vardı. Aldım onları karşıma, bir güzel
sustum. Kelimelerimi onlara hediye ettim, başkalarının sözlerini verdiler
benimkilerin yerine. İstemedim. Daha önce hiç rastlamadığım şiirler,
anlatılmamış hikâyeler vardı ortada. Kelimelerin bir ucundan tuttum. Tüm
gücümle fırlattım denize doğru. Kelimelerin yüzü düştü akıntıya karışırken,
sonra anlam buldukları ilk kıyıya doğru yol aldılar.
Hafifledim, yüküm azaldı, ama daha da azalmalıydı.
Rüyalarımdan da kurtulmalıydım. Beni kendi zihnime kilitleyen, uykuları bölen
rüyalardan kurtulmalıydım. Uzandım kumsala. Kapattım gözlerimi. Daldım uykuya. Bilinçaltımın
süzgeci çekildi aradan. Her şey dışarı aktı; zehrine bulandığım, asla var
olmayacak hakikatler süzüldü kuma. Başımın etrafında oluşan birikinti beni boğacakmışçasına
yükseldi. Özenle yapılmış kumdan bir kale gibiydi koca kafam. Dışarı akan her
şey kaleyi sarsmaya başladı, zehir aktıkça kale nemlendi. İlk kez zihnimi alt
edecek kadar cesurdum. Yenik düşene kadar, o kale devrilip yerle buluşana,
parçaları etrafa saçılana kadar sıktım dişimi. Kale paramparça oldu. Zehrimi
akıtıp, kendi yanılsamamdan kurtulmuştum. İlk kez gördüm gökyüzünü, ilk kez
dokundum kendime, ilk kez duydum sesimi, arınmıştım.
Son bir adım kalmıştı; hiç kavuşamayacağım özgürlüğe bir
adım daha yaklaşmam için duygusal bağlarıma da veda etmem gerekiyordu. Bugüne
kadar biriktirdiğim kaç ben varsa her biriyle vedalaşıp yalnızca içimdeki ben
ile kalmam gerekiyordu. Aynaların karşısından kaçar oldum. Aynasız ve insansız
bir odada yavaşça benlerden kurtulmaya başladım. Matruşka
gibiydim, lakin o kadar çok katman vardı ki kendime varamayacağımı düşünmeye
başladım. Her katmanı çıkardıkça hafiflemek yerine ağırlaştım, gördüklerim
karşısında kalbim göğüs kafesimi delmeye kalktı. Ne kadar da başka başkaydım. Ne kadar güzelsem bir o kadar da çirkindim.
Sona yaklaştıkça sakinleşmeye, hafiflemeye başladım. Zahiri
görüntülerden kurtulmuş, varlığından bihaber olduğum kendime doğru
ilerliyordum. Artık çıkaracak bir matruşka kalmadığında bedenim de yok olmuştu.
Ağırlığını hissetmiyordum, parmak uçlarımda dans edebiliyor, yıllardır oradan
oraya fırlattığım bu et yığınını parmağımda oynatabiliyordum.
Kendimle tanıştım; zamansız, mekansız, bedensiz kendimle
tanıştım. Her an her yerde olabilen, durmaksızın devinen bir ışık huzmesinden
ibarettim. O an ilk kez yaşadığımı hissettim, aldığım nefesi iliklerime kadar
hissettim, istesem de ölemezdim.
Ölmemek üzere…
No comments:
Post a Comment